Bir Sembolün Sökümü: Türkiye'de Türban Sorununun Kapsamlı Tarihi
Bu yazı, Türkiye'nin yarım asırlık türban sorununun kapsamlı tarihini inceliyor. 1960'larda kampüslerde başlayan sorun, 12 Eylül darbesiyle kurumsal bir yasağa dönüştü. 28 Şubat sürecinde "ikna odaları" gibi uygulamalarla zirveye ulaşan ve Merve Kavakçı olayıyla Meclis'e taşınan yasak, bir ulusal güvenlik meselesi haline geldi. Yıllar süren siyasi mücadelenin ardından, yasak doğrudan bir kanunla değil, 2010-2014 arasında AK Parti hükümetinin idari düzenlemeleriyle fiilen sona erdirildi. Yazı, bu sürecin toplumsal ve siyasi boyutlarını gözler önüne seriyor.
ARAŞTIRMA
Ozan Ali Arslan
6/29/20256 min read
Bir Sembolün Anatomisi: Türkiye’nin Yarım Asırlık Türban Mücadelesinin Perde Arkası
Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasi ve toplumsal tarihinde çok az konu, "türban sorunu" kadar derin fay hatlarını harekete geçiren, toplumu kutuplaştıran ve on yıllar boyunca ülkenin gündemini meşgul eden bir ağırlığa sahip olmuştur. Basit bir giyim tercihinin çok ötesinde bu mesele, laikliğin nasıl yorumlanacağı, kamusal alanın sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği, modernleşme projesinin ne anlama geldiği ve kadın bedeni üzerinden yürütülen kimlik siyasetinin en çetin mücadele alanı haline geldi. Üniversite kampüslerinden Meclis koridorlarına, mahkeme salonlarından sokaklara taşan bu gerilim, Türkiye'nin modern kimliğini inşa sürecindeki en sancılı ve uzun soluklu vekalet savaşlarından biri oldu. Sorunun 1960'larda ilk kıvılcımlarının çakmasından, 28 Şubat sürecinde bir ulusal güvenlik tehdidi olarak zirveye tırmanmasına ve nihayet 2014'te tamamen ortadan kalkmasına uzanan bu karmaşık tarih, Türkiye'nin siyasi ve toplumsal DNA'sına dair önemli ipuçları barındırıyor.
İlk Kıvılcımlar ve Siyasal Bir Sembolün Doğuşu
Türban sorununun ideolojik kökenleri, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki modernleşme projesine ve kılık kıyafet devrimlerine dayanıyor. 1925'teki Şapka Kanunu gibi düzenlemeler doğrudan kadın giyimine yönelik bir yasak getirmese de, belirli kıyafet tarzları ile "modernlik" ve "gericilik" arasında güçlü bir ideolojik bağ kurdu. Bu atmosferde, başörtüsü kamusal alanda zımnen "istenmeyen" olarak damgalandı. Sorunun somut bir tartışma olarak ortaya çıkması ise 1960'lı yıllarda, kırdan kente göçün hızlanması ve muhafazakar kesimden daha fazla kadının yükseköğretime katılmasıyla başladı. Bu dönemin en bilinen vakalarından biri, 1964 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencisi Hatice Babacan'ın derslere başörtüsüyle girmek istemesi üzerine okuldan ayrılmak zorunda kalmasıydı. Bu olay, yasal bir metin olmamasına rağmen kurumların kendi inisiyatifleriyle fiili bir yasak uyguladığını gösteren ilk örneklerden biri oldu. Bu yıllarda yazar Şule Yüksel Şenler, konferansları ve öncülük ettiği "Şulebaş" olarak bilinen modern başörtüsü bağlama stiliyle, eğitimli ve şehirli dindar kadın kimliğinin oluşmasında kilit bir rol oynadı. Bu yeni stil, başörtüsünü geleneksel bir giyim parçasından çıkarıp, laik elitler tarafından "politik bir sembol" olarak algılanan bir kimlik ifadesine dönüştürdü. Laik kesimler, bu yeni örtünme biçimini geleneksel başörtüsünden ayırarak "türban" olarak adlandırdı ve onu yükselen siyasal İslam'ın bir simgesi olarak gördü.
Yasağın Kurumsallaşması: 12 Eylül ve Yargısal Vesayet
Türban sorununun tarihinde asıl dönüm noktası, 12 Eylül 1980 askeri darbesi oldu. Darbe yönetimi, üniversiteler üzerinde tam bir denetim kurmak amacıyla 1981'de Yükseköğretim Kurulu'nu (YÖK) kurdu. Bu merkeziyetçi yapı, daha önce münferit olan yasakçı uygulamaların ülke çapında yeknesak bir şekilde uygulanmasının önünü açtı. Yasağın temel hukuki dayanağı, 1982'de çıkarılan ve kadın kamu personelinin başlarının "daima açık" olması kuralını getiren Kılık Kıyafet Yönetmeliği oldu. YÖK, bu yönetmeliğin mantığını öğrencilere de taşıyarak üniversitelerdeki yasağı resmen başlattı. 1980'lerin ikinci yarısında Başbakan Turgut Özal'ın yasağı kaldırmaya yönelik yasal girişimleri ise seçilmiş hükümet ile devletin "vesayetçi" kurumları olarak görülen Cumhurbaşkanlığı ve yüksek yargı arasında yoğun bir güç mücadelesine sahne oldu. Özal hükümetinin üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakan kanun değişikliği, dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından veto edildi. Hükümetin vetoyu aşarak çıkardığı yeni yasa ise Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından 1989 ve 1991'de verilen tarihi kararlarla iptal edildi. AYM, bu kararlarında türbanı masum bir dini simge olarak değil, "laik devlet düzenine meydan okuyan bir siyasal simge" olarak tanımladı. Bu yorum, yasağın onlarca yıl sürmesinin en temel hukuki argümanı haline geldi ve sorunu adeta bir çözümsüzlüğe kilitledi.
Zirve Noktası: 28 Şubat ve "İkna Odaları"
28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı, türban yasağının en karanlık ve acımasız döneminin başlangıcı oldu. "Postmodern darbe" olarak anılan bu süreçte, asker ağırlıklı MGK, "irtica"yı birinci öncelikli tehdit olarak tanımladı ve hükümete "Kılık kıyafet yasasının ödünsüz olarak uygulanması" yönünde bir direktif verdi. Bu adımla türban, bir üniversite disiplin sorunu olmaktan çıkarılıp bir ulusal güvenlik meselesi haline getirildi. Dönemin YÖK Başkanı Kemal Gürüz liderliğinde yasak, en sert yöntemlerle uygulanmaya başlandı. Bu dönemin en kötü şöhretli uygulaması ise İstanbul Üniversitesi'nde Rektör Yardımcısı Nur Serter'in öncülüğünde kurulan "ikna odaları" oldu. Bu odalarda, başörtülü öğrenciler ve aileleri, okuldan atılma tehdidi altında, başlarını açmaları yönünde yoğun psikolojik baskıya maruz bırakıldı. Yasak, üniversiteye giriş sınavlarından kamu hastanelerine, ehliyet fotoğraflarından mezuniyet törenlerine kadar her alana yayıldı. Öğrenciler bu baskıya karşı peruk takarak direnmeye çalışsa da, üniversite yönetimleri kampüs girişlerinde "peruk avı" başlatarak aşağılayıcı manzaralara sahne oldu. Bu baskıcı atmosfer, on binlerce kadının eğitim hayatını yarıda bırakmasına neden olurken, aynı zamanda güçlü bir sivil direnişi de tetikledi. "Beyaz Yürüyüş" gibi barışçıl protestolar, yasağa karşı toplumsal bir tepkinin oluşmasını sağladı.
Meclis Krizinden Çözülme Sürecine
Yasağın ulaştığı boyutu gözler önüne seren en sembolik olay, 2 Mayıs 1999'da yaşandı. Fazilet Partisi'nden milletvekili seçilen Merve Kavakçı'nın, TBMM'de yemin törenine başörtüsüyle katılma girişimi, büyük bir devlet krizine yol açtı. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit'in meclis kürsüsünden sarf ettiği "Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz!" sözleri, dönemin siyasi geriliminin sembolü haline geldi. Kavakçı, yemin edemeden Meclis'ten çıkarıldı ve daha sonra vatandaşlıktan atılarak milletvekilliği düşürüldü. Bu olay, yasağın sadece üniversiteleri değil, devletin en üst demokratik kurumunu dahi kapsadığını gösterdi. 2002'de iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), sorunu çözmeyi temel vaatlerinden biri olarak görse de, ilk yıllarında temkinli davrandı. Yasak karşıtlarının umut bağladığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nden (AİHM) 2005 yılında gelen Leyla Şahin kararı ise büyük bir hayal kırıklığı yarattı. AİHM, Türkiye'nin "özel koşulları"nı ve laikliğin korunması gerekliliğini gerekçe göstererek yasağı meşru buldu. AK Parti'nin ilk büyük hamlesi, 2008'de MHP ile yaptığı ittifakla Anayasa'yı değiştirmek oldu. Ancak 411 oyla kabul edilen bu değişiklik, Hürriyet gazetesinin attığı "411 El Kaosa Kalktı" manşetiyle sembolleşen büyük bir kutuplaşmaya neden oldu ve Anayasa Mahkemesi tarafından emsali görülmemiş bir kararla iptal edildi. Bu süreç, AK Parti'ye karşı açılan kapatma davasını tetikledi ve anayasal yollarla çözümün imkansızlığını gösterdi.
Yıpratma Savaşı ve Yasağın Sonu
2008'deki anayasal yenilginin ardından AK Parti hükümeti, stratejisini değiştirerek yasağı doğrudan bir kanunla değil, idari düzenlemeler ve fiili durumlar yaratarak, bir nevi "yıpratma savaşı" ile kaldırmaya yöneldi. Bu sürecin başarısında, 2010 Anayasa Referandumu ile değişen yargı yapısı kilit rol oynadı. İlk olarak 2010 yılında yeni YÖK yönetimi, üniversitelerdeki yasağı fiilen uygulanamaz hale getirdi. Ardından 1 Ekim 2013'te açıklanan "Demokratikleşme Paketi" kapsamında yapılan yönetmelik değişikliğiyle, hakim, savcı, polis ve asker dışındaki kamu personelinin başörtüsü takmasının önündeki engel resmen kaldırıldı. Bu adımdan kısa bir süre sonra, 31 Ekim 2013'te dört AK Partili kadın milletvekili TBMM Genel Kurulu'na başörtülü olarak katıldı ve Merve Kavakçı olayının aksine ciddi bir protesto yaşanmadı. Son adım ise 22 Eylül 2014'te, ortaokul ve liselerde başörtüsünün serbest bırakılmasıyla atıldı ve yaklaşık yarım asırlık yasak tamamen sona erdi. Yasağın kaldırılması, bir uzlaşıdan çok, değişen siyasi dengelerin ve kararlı bir yürütme gücünün zaferi olarak tarihe geçti. Kapanan bu sayfa, Türkiye'de devlet, birey ve din arasındaki sınırların yeniden çizilmesine yol açarken, temsil ettiği temel gerilimler bugün dahi Türk toplumunun en dinamik tartışma konuları olmaya devam ediyor.